Eyl
19
Gönderen: admin, Makale, Eylül-19-2020

Hayırlı çabaların, ahlak çağrılarının, Kur’an mesajına işaret eden davetlerin artık dudak bükülerek karşılandığı, hayata müdahale etmeye talip ilmi işleyişin hafife alındığı, istikrarsızlığın, erken yorulmaların moda olduğu, uzun soluklu çabaların önemsiz görüldüğü bir dönemden geçiyoruz.

Böyle bir dönemde meydan, şirki maharet bilerek iman eden düzenbazlara, ahlaksızlığı erdem bilen sapkınlara, yozlaşmayı, kokuşmayı değer gösteren şarlatanlara bırakılmamalıdır.

Kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımayanlara, ayete, iffete, abdeste, secdeye tahammül etmeyenlere, “ya rıza gösterin ya da terk edin” diyenlere, inancımıza karşı suikast tertip edenlere, ekini ve nesli bozmaya çalışanlara, cahiliye naraları atıp aile kurumumuza savaş açanlara, “durun, bizler daha buradayız” denilmelidir.

Mücadele azmi kaybedilmeden, resullerin uzun soluklu yürüyüşlerinden haberdar olarak planlamalar yapılmalı, bu zahmetli imtihan yürüyüşünde duraksama kabul edilmemelidir. Erken emeklilik hesapları ve “bıktım, yoruldum, şevkimi kaybettim” yakınmaları tevhid ve şirk mücadelesini özümsemiş mü’minlerin hâli olamaz, olmamalıdır. Rabbimizin yeryüzünün halifesi olarak tanımladığı, tevhidin, adaletin, doğruluğun şahidleri olmalarını istediği Müslümanlar, heyecanlarını sandıklara kaldıramazlar. “İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı” kurtuluşa ermenin gereği bilip, “hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi” hüsrandan kurtulmak için şart görenler, açıkçası bu dünyanın ahiretin tarlası olduğuna inananlar, sözlüklerinde “vazgeçtim ve bıraktım” gibi kelimelere yer veremezler. Peygamberimizin 40 yaşında görevi alıp mücadeleye başladığını düşündüğümüzde, “bu yorulma niçin” diye sormak ve sorgulamak gerekir.

İnananla inanmayana, sakınanla sakınmayana, görevine sadakat gösterenle ihmal edene, secdeye kapananla eğilmeyene, cihad merkezli yaşayanla, miskinlere, tembellere aynı muameleyi yapacak bir Allah’a inanıyorsanız eğer, bencilce oluşturulan konforlu alanlara çekilebilir ve vazgeçebilirsiniz.

Maalesef bugün, Müslümanca bir yürüyüşü bekleyen birçok farklı ve zorlu virajlar bulunmaktadır. Özgürlük alanlarının açık olduğu, her türlü faaliyetin rahatlıkla yapılabildiği, fiili işkencelere artık tanık olunmadığı şu dönemde çetin ve zorlu virajların bulunduğu iddiası ilginç gelebilir.

Bizim bahsettiğimiz zorluk, düşmanlarımızın silahları, bombaları, kurşunları, sürgünler ve zindanlar değildir. Çünkü bu türden etkenler bizleri yıkamaz, aksine motive eder. Düşmanları tarafından hapsedilmeyi mektep, sürgün edilmeyi hicret, öldürülmeyi ise şehadet bilen bir topluluk için yenilgi de olamaz zaten…

Zorlu viraj olarak tanımladığımız şey, Müslümanların bizzat kendilerinden kaynaklanan hastalıklarıdır. İnsana dair olan zaaflarımızdır. Dış etkenler ve iç etkenler olarak ikiye ayırabileceğimiz bu hastalıklar tarih boyunca Müslümanların yürüyüşünde asıl sorunu oluşturmuştur.

Dışarıdan gelen saldırılarda düşman nettir, karşımızdadır. Bize zarar vermesini engellemek için yapacaklarımız da bellidir. Ama saldırı insanın kendi zaaflarından, olumsuz duygularından kaynaklandığında çaresizmiş gibi bakakalınır. Çünkü bu etkenler bünyeyi sardığında en büyük tehlike, kimsenin ya fark edememesi, ya da kabullenememiş olmasıdır. Fark etmemek, kabullenmemek tedbir almayı da, tedavi olmayı da zorlaştırmakta, hatta imkânsız kılmaktadır.

İhlasla, samimiyetle, kardeşçe bir araya geldiklerinde, kendilerinden 3-4 kat kuvvetli ordulara karşı galip gelen mü’minler, dış ve iç etken olarak tanımladığımız zaaflara kapıldıklarında kılıçlarını, namlularını birbirlerine yöneltmişlerdir. Tarih sahnesinden çekilmemize sebep olan, kurduğumuz medeniyetleri yıkan,  hep bu insana dair problemlerimiz olmuştur.

Peki, nedir bu dış ve iç etkenler?

Dış etkenler, çevrenin, toplumun, gücün, popüler olanın bireyleri kirleterek yolundan alıkoyacak şekilde rayından çıkarmasıdır.

Dış etkenler, dünyanın kapılarını alabildiğine Müslümanlara açması, oyun ve eğlence yönüyle insanımızı meşgul etmiş olmasıdır. Dünyaya parmağını daldıranın, parmağında kalan damlanın peşinde koşarak onu kaybetmeme heyecanına, ihtirasına sahip olmasıdır. Yani, dünyevileşmedir.

Peygamberimiz (s), “Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık bir su ile döndüğüne baksın.”(Müslim, Cennet 55) buyurarak bu tehlikeli eğilimle ilgili bizleri uyarmıştır.

Dünyayı merkeze alma yani dünyevileşme hastalığı, bugün de Müslümanlara asli sorumluluklarını, görevlerini unutturtan, helal ve haram perdesini ortadan kaldıran tehlikeli bir dış etken haline gelmiştir.

Kişinin haz merkezli yaşayarak tutkularını, hevasını ilah edinme hali, davranışlarını ilahi değerlere göre değil, dürtülerine, arzularına göre belirlemesiyle ortaya çıkar. Böylece, servet, statü, makam ve güç gibi dünyada elde edilen imkânlar, kişinin inançlarının, ibadetlerinin ve sorumluluklarının önüne geçip dava kaygılarını da ortadan kaldırır.

Bizler bu büyük tehlikeden daha Peygamber(s) hayattayken haberdar olmuştuk. Mekke’de ilk 13 yıllık zor dönemde iman eden mü’minler, Resulün etrafında kenetlenmiş, ihlaslı olarak yollarında yürüyerek Medineleri inşa etmeyi başarmışlardı. Ancak hicretten sonra savaşlar kazanılıp, ganimetler toplanmaya başladığında, Müslüman toplum için yeni bir tehlike kapıda kendisini göstermişti. Bu tehlike dünyevileşme tehlikesiydi.

Medine döneminde, Peygamberin(s) yakasına yapışıp ganimet hesabı sormanın adıydı dünyevileşme…

Başka kadınların elde ettiklerine özenip onlar gibi yaşama adına Peygamberimize şikâyette bulunmada gizliydi dünyevileşme… Allah resulünün ganimet dağıtımından huzursuzluk duyup fısıldaşmalarda bulunmaktı dünyevileşme… Şam kervanının sesini duyup kendini kaybeden, Peygamberi(s) Cuma namazında hutbede ayakta tek başına bırakan insanların haliydi dünyevileşme…

O gün hutbede Resulullah (s)’ı ticaret kervanları uğruna ayakta bırakanlar ile bugün kürsülerde, ilmi çalışmalarda, hayırlı çabalarda, kardeşlerini tek başlarına ayakta yalnız bırakanlar aynı problemin tarafıdırlar.

O gün başka hanımların evlerine, kıyafetlerine, rahat yaşama hallerine bakıp sitemde bulunan eşlerle bugün lüks, konforlu bir hayata özenip onlar gibi olmaya meyleden, çevresini, halkalarını ihmal eden eşler aynı problemin tarafıdırlar.

Daha fazla kazanmak, daha fazla rahat, lüks yaşamak, daha fazla biriktirip yığma ihtirasından ötürü sorumluluklarını, kardeşlerini terk etme tehlikesi bizleri bekleyen zorlu virajın ilkidir.

Her dönem görülebilecek olan dünyevileşme, yaşlanmayacak, kazınmayacak bir hastalıktır.

Yeni bir damak tadı bulabilmenin, keşfedebilmenin heyecanının, Allah’ın yüklemiş olduğu görev bilincinin heyecanından çok daha fazla olmasıdır dünyevileşme…

Kişinin karşı cinsle yapacağı haram olan flört veya yazışmalarda gösterdiği ciddiyet ve heyecanın, ibadet, namaz ve salih ameller esnasında göstermesi gereken ciddiyet ve önemin yerine geçmesidir dünyevileşme…

Bir spor kulübünün başarı ve başarısızlığı karşısında duyulan sevinç ve hüznün, İslam davası uğruna yaşanan sevinç ve hüznün önüne geçmiş olmasıdır dünyevileşme… Stadyumlarda, ekran karşısında çıkartılan yüksek seslerin, çığlıkların, İslam’ın daveti, tebliği ve anlatılması için çıkartılması gereken sesleri bastırmasıdır dünyevileşme…

Kazanırken, üretirken, çalışırken helal ve haram gözetmemek, ürettiğini, sattığını, uyguladığını İslami ölçüler doğrultusunda denetleyememek, kontrol edememektir dünyevileşme…

İnsanlık tarihiyle yaşıt olan bu dış etken, hesap günü kişi için bireysel anlamda ağır sonuçlar doğuracağı gibi yapabilecekken yapmadığı, hayatına dokunmadığı, ihmal ettiği insanların yükünü de ayrıca omuzlarına yükleyecektir.

İşte mücadele yolunda bizleri bekleyen zorlu virajın ilki budur…

Müslümanları çalışmalarından geri bırakacak, verimli, faydalı hizmetler yapmalarına engel teşkil edecek bir de iç etkenler tehlikesinden söz etmemiz gerekiyor.

İç etkenler, Müslüman bireylerde, dava adamlarında görülmemesi gereken nefsi hastalıklar, ahlaki zaaflardır.

Mü’minler de insandır. İman etmeleri, namaz kılmaları, oruç tutmaları, hafız olmaları, örtünmeleri bu tehlikelerden beri olacakları anlamına gelmez. Hatta daha fazla kendileriyle uğraşılacağını bilmeleri gerekir. Kitabımızı terk eden, cemaatten kopan, ilimle meşgul olmayıp, âlimlerle, ilim sahipleriyle oturmayanlar bu tehlikelere karşı daha fazla savunmasız kalırlar.

Bu iç etkenler;

– Niyetlerin bozulmasıdır. İhlas, fedakârlık, samimiyet gibi temiz niyetlerin kalpten çıkmasıdır.

– Hesabiliktir. Allah’ın dinine tam teslimiyet yerine, işin ‘bana ne vara’ dönüşmesidir.

– Sabırsızlıktır. ‘Nereye vardı ki bu iş’ vesvesesine kapılmaktır.

– Kibirdir. Kendini beğenme, merkeze almadır.

– İhmalkârlık, üşengeçlik, tembelliktir.

– Haseddir. Kardeşinin başarısından ve kabiliyetlerinden rahatsızlık duyup kendini yiyip bitirmektir.

– Cimriliktir.

– Sözünde durmamaktır.

– Kindarlık ve öfkedir.

– Nemmamlıktır. Laf taşıyıp insanların arasını bozmadır.

– Kulis yapmaktır. Necva, yani fesat üreten gizli toplantılara meyletmektir.

– Sürekli olumsuzlukları, korkuları, aksaklıkları gündeme taşımaktır. Böylece güveni yıkıp kopmalara sebep olmaktır.

– Korkaklıktır.

– Bencilliktir.

– Yalandır.

– İhtirastır. Makam bekleme, baş olma sevdasıdır.

Bu iç etkenlerin sebep olduğu hastalıklarla kişi önce kendisini bozup, kalbini kirletmekte, sonra da bunu bir kanser hücresi gibi çevresine bulaştırmaktadır. Böylece, hayırlı çalışmaların dağılmasına, zarar görmesine sebep olarak büyük veballeri de üstlenmiş olmaktadır.

Bu zorlu virajları geçebilmek için neler yapabiliriz?

Bu olumsuz etkenlere tabi ki mahkûm değiliz.  Bu virajları aşabilmek için yapılması gerekenler;

– Bir ve beraber olmak, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak (3/103), kaynatılmış binalar gibi yakınlaşmaktır.(61/4)  Yani cemaat bilincine sahip olmaktır. Bu durum hem birbirine karşı uyarıya açık olmayı hem de dışarıdan gelebilecek saldırılara, tehditlere ve dünyevileşme tehlikesine karşı mücadeleyi kolaylaştırır.

– İlim halkalarından kopmamak, yalnız kalmamaktır. Çünkü Kur’an ile irtibatı koparmamak bizi daima diri tutacaktır.

– Zamanından, kazancından, bedeninden fedakârlık yapabilmektir. Eğer bir kişi dini için sahip olduğu en değerli varlığı gözden çıkarabiliyorsa, bu hastalıklara kapılması imkânsız hale gelir.

– Daima dua ve istiğfarla muhasebe yapabilmektir. Çünkü namaz ve dua ile Allah’tan yardım istemek bizden beklenendir.

– Bu zorlu yolculukta her bir mü’min bir diğerinin cenneti olmak zorundadır. Uyarılar, nasihatler, tebliğ ve davetlerin temel amacı da budur. Dostumuz, kardeşimiz, yarenimiz şeytan, tağutlar, zalimler, mücrimler değil, sadece bizleri Allah yoluna çağıran kardeşlerimiz olmalıdır.


Comments are closed.