Her teklifi, öneriyi ideolojik saplantılarla yorumlayıp, “karşıyız, istemeyiz” çıkışları ile taşlama hastalığından kurtulmak gerekiyor. Evet, bu bir hastalık ve acilen tedaviyi gerektiriyor.
Eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sporda, şehirleşmede gündeme gelen bir projeye, daha projenin içeriğine bakmadan, derinlemesine analiz etmeden sırf karşıtlık takıntısıyla itirazlar sergilemek doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Siyasi iktidara karşı konumlanmış olmak, ortaya sunulan her önerinin sırt çevrilerek reddedilmesine sebep olmamalı. Makul olana ulaşmak için, iletişime, diyaloğa olan ihtiyaç özellikle böylesi durumlarda daha bir önem arz ediyor.
Sivassporlu futbolcuların, “Doğal olan normal doğum” yazılı pankartla sahaya çıkmaları üzerine, yine belli bir kesim tarafından yürütülen karşıtlık akıl ve mantık sınırlarının da ötesine geçmeye başladı. Aslında, iktidarın 2025’i “Aile Yılı” ilan etmesinin hazımsızlığını yaşayanlar, normal doğum çağrılarına da alerjik bakmaktaydı.
Onlar için bilim, ilim, ahlak önemli değildi. Toplum sağlığını da çok umursamıyorlardı. Kadını erkeğe rakip olarak konuşlandırıp dövüştürmeye kararlılardı. Özgürlük sihirli bir sözcüktü ve iyi bir yem olabilirdi. “Beden benim karışamazsınız” sloganı da ilk bakışta prim yapar gibi duruyordu. Erkekle kadının varoluşsal özelliklerini kavrayıp aralarındaki farkları görmek onları rahatsız ediyordu. Farklılığı üstünlük olarak gören gözlere iyi ve doğru bir gözlük şarttı. Farklılıklar bir zenginlikti; birbirlerini tamamlayan yeryüzünün bu iki seçkin cinsinin ortak ismi de insandı…
Türkiye’de Sağlık Bakanlığının son dönemde normal doğumu tavsiye eden farkındalık projelerine imza atmasına karşı olanların zihinlerinden geçenler ve dillerinin altında sakladıkları satır aralarında okunup görülebiliyor. “Aile yılı’ diyerek kadını sadece anneliğe, doğumu da sadece “normal’e indirgemek, beden siyasetiyle tribünleri kirletmektir” ifadelerini kullananların amacı ne olabilir sizce… Gerçekten kadını ve bebeği mi düşünüyorlar? Kadının anne ve eş olmasını yük görüp rahatsızlık duyanların çirkin feminist projelerine teslim olup sessiz kalmak asıl büyük tehlike değil mi?
Gazze’de, Suriye’de katledilen, cinsel saldırıya uğrayan on binlerce kadın için tek bir açıklama yapmayan, Doğu Türkistan’da Çinlilerin kadına yönelik baskıcı siyasetini görmeyen Türk Tabipleri Birliğinin, “Kadınların nasıl doğum yapacağı, neyi ‘doğal’ bulacağı ya da bedeniyle ne yapacağı sadece kadınları ilgilendirir” açıklaması sizce bilimsel mi yoksa ideolojik nefretle mi dile getirilmekte?
Kadınların asıl sorununu, “rahat kürtaj yapma olanaklarına ulaşamama” olarak gören bu zihniyet, bebeklerin annelerinin karnında kimse görmeden, sessizce katledilmesinin önünün açılmasını mı savunuyor?
8 Mart’ta sokaklara dökülerek ahlaksız pankartlar taşıyan ve iğrenç küfürler edenlerin dünyaya bakış açılarına teslim olunması insanlık için büyük bir tehlikedir. Materyalist ve de Freudist çevrelerin “Bedenlerin özgürlüğü” gibi yaldızlı ve aldatıcı iddialarla ortaya attıkları görüşlerinin temelinde hazcılık vardır. İnsana, çevreye, hayata ve yaratıcıya karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen bu hastalıklı zihniyet, “beden benim, istediğimle yatar, ister doğurur, istersem öldürürüm” anlayışındadır. Nikâha, sağlıklı bir yuvaya karşı olan bu zümre, cinsel arzuların sadece nikâhlı eş ile tatmin edilmesini öneren dini ve ahlaki kurallara da itiraz etmektedir. “Normal Doğum” çağrılarına yönelik eleştirileri bu sorunlu arka plan sebebiyledir.
Oysa Dünya Sağlık Örgütü de (DSÖ) acil bir durum ya da bir sağlık sorunu gerekmedikçe normal doğumu tavsiye etmekte, sezaryenle doğumun yüzde 10-15 oranında olmasını “kabul edilebilir” bulmaktadır. İngiltere Kraliyet Ebelik Fakültesi’nde danışmanlık yapan Gail Johnson da, “Sezaryen bir acil müdahaledir. Normal doğumun gerçekleşemeyeceği görüldüğünde başvurulur. Sezaryen doğumu bir kişisel tercih olmamalıdır.” demektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün kabul edilebilir bulduğu sezaryen oranına bakınca Türkiye’deki yüksek sezaryen doğum oranının endişe verici seviyelere çıktığı açıkça görülecektir. İlginçtir ki, Türkiye sezaryen doğumda yüzde 62,8 oranla dünyada birinci sıradadır. Onu Güney Kore, Meksika, Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler takip etmektedir. Peki, tablonun en altında hangi ülke var dersiniz? Yüzde 14 ile İsrail en az sezaryen yapılan ülke olarak görülmekte. İskandinav ülkelerinde de bu oranlar oldukça düşük seviyede bulunuyor.
Bir an evvel, anne ve babaların doğru bilgiyle farkındalığa ulaşması sağlanmalı, sezaryeni teşvik eden doğumhane sistemi değiştirilmeli, eskiden olduğu gibi doğumlarda ebelik sistemi güçlendirmelidir.