Almanya’dan memleketlerini görmek için gelmişlerdi.
Kasım ayının ortasında dört kişilik bir aile; anne, baba ve iki küçük çocuk…
Masal üç yaşındaydı, Kadir Muhammed ise henüz altı.
Birkaç gün İstanbul’u gezip döneceklerdi. Hayatlarının en güzel hatıralarından biri olacaktı bu yolculuk.
Fakat memleket hasretiyle başlayan bu ziyaret, birkaç gün içinde bir aileyi dünyadan silen bir faciaya dönüştü.
9 Kasım’da İstanbul’a indiler.
12 Kasım sabahı önce mide bulantısı ve kusma şikâyeti başladı.
Kendi imkânlarıyla hastaneye gittiler. Bir çocuk kan kusuyordu; anne ve diğer çocuk sürekli kusuyordu.
Fakat doktorlar aileyi taburcu etti. Bu cümlenin ağırlığı, bir ömrün ağırlığıdır: Taburcu edildiler.
Seyyar midyeci, kokoreççi, lokumcu gözaltına alındı; basın onların eski sabıka kayıtlarıyla meşgul oldu. Peki, bu aileyi yatırmadan otele geri gönderen hastaneler? Muayeneyi yapan hekimler? O gece tetkik yapmadan “gıda zehirlenmesi olabilir, geçer” diyenler?
13 Kasım gecesi aile ikinci kez fenalaştı. Bu kez ambulansla hastaneye kaldırıldılar. Ama artık çok geçti. 14 Kasım’da iki yavrumuz, Masal ve Kadir Muhammed hayatını kaybetti. 15 Kasım’da anne Çiğdem Böcek, 17 Kasım’da da baba Servet Böcek, entübe edildiği hastanede yaşam savaşını kaybetti.
Dört hayat, üç gün içinde yok oldu. Gözümüzün içine baka baka duran bir gerçek var: Bu bir kaza değil, dar bir alana sıkıştırılmış bir ihmaller zinciri.
Soruşturma derinleştikçe tablo daha da kararıyor:
Otelde ilaçlamada kullanılan kimyasalın “alüminyum fosfit” olduğu ortaya çıktı. Bu madde, otel odasında, ev ortamında, insan bulunan mekânlarda kullanılacak bir kimyasal değildir; yasaktır. Sadece silolarda, dev depolarda, gemi ambarlarında kullanılır. Havadaki nemle temas ettiğinde “fosfin gazı”na dönüşür. Bu gaz, hücrelerin enerji üretimini durdurur, çoklu organ yetmezliğine yol açar ve saatler içinde öldürür. Bu insanlar, bilgisizlikle hazırlanmış bir ölüm tuzağına maruz kaldılar.
Ama daha da acısı şu:
O gazın belirtileri o kadar belirgindir ki, herhangi bir hekim basit bir kan gazı analiziyle durumu fark edebilirdi. “Bu hastalar eve gönderilemez,” diyor uzmanlar. Ama gönderildiler. Bir aile göz göre göre ölüme yürüdü.
Otelde kalan iki turist de aynı gazdan etkilenmişti. Rehber olarak onlara eşlik eden üçüncü kişi bile şikâyetlerle hastaneye yatırıldı.
Adli Tıp Kurumu’nun ön raporu bile aslında tabloyu net biçimde çiziyor:
Odada havalandırma yoktu. Çocukların mide duvarlarında kanamalar vardı. Anne ve babada bağırsaklarda belirgin kanamalı içerik tespit edildi. Zehirlenme gıdadan değil, oteldeki ortamdan kaynaklanıyordu.
Durum bu kadar açıksa, sorular da o kadar nettir:
Bir aile memleketine geliyor ve üç gün içinde yok oluyor. Bir aile nasıl oluyor da şehirdeki iki büyük hastanenin gözünün önünde ölüme yürüyebiliyor? Bu ülkede insanların hayatı bu kadar mı kıymetsiz? Bu topraklar bunu hak etmiyor; bu insanlar bunu hak etmiyor.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan benzer faciaları düşündükçe içim daralıyor. Kapadokya’da yeni evli çiftin, fırın bacasındaki çatlak yüzünden karbon monoksitle ölmesi… İzmir’de apartman ilaçlamasında yeterli önlem alınmadığı için bir yaşındaki Altay Toprak Kınalı’nın hayattan kopması… Bolu Kartalkaya’da ihmalkârlığın can aldığı yangın… Liste uzayıp gidiyor.
Bir ülkede insan hayatına değer verilmiyorsa, orada gelişmişlikten, insaniyetten, medeniyetten bahsedilemez. Ölüm bu kadar kolay, yaşamak bu kadar zor hale geldi. İnsanlar artık başkalarının sorumsuzluğuna kurban gidiyor.
Bu acıların ardından baş sağlığı dileyerek konu geçiştirilmemeli… Bu cümle bu defa yetmez, yetmemeli. Çünkü bu olay, ihmal, cehalet ve umursamazlığın birleştiği bir suç zinciridir.