Şub
11
Gönderen: admin, Röportaj, RP Yapılan, Şubat-11-2008

Haksöz-Haber Sitesine Suriye-Irak sınırındaki Filistin mülteci kamplarıyla ilgili verdiğimiz röportaj…

– Suriye’de hangi mülteci kamplarında yardım çalışması yaptınız?
Hamza ER:
1948 yılında siyonist işgalin sonucu olarak yurtlarını terk eden Filistinlilerin oluşturduğu kamplarla, ABD’nin Irak işgali sonrası ikinci sürgünlerini yaşamak zorunda kalan Filistinlilerin sınırda bulunan kamplarına gittik.
Suriye içerisindeki şehirlerde 21 mülteci kampı var. Bunların tamamına yakınında kurban çalışması gerçekleştirildi. Bizim ekip olarak bizzat bulunduğumuz, Daraa ve Homs bölgesinde ki kamplarla, Yermük kampı ve Neyrab kampı oldu. Ayrıca Irak sınırında bulunan Al Tanf ve Hol kamplarına da ulaşabildik.

– Bahsettiğiniz kamplar nerede?
– Yermük kampı, Şam’da şehir merkezinin dışında, Neyrab kampı ise Halep’te bulunuyor. Irak’tan çıkartılan Filistinlilerin kaldıkları sınır kampları ise güneyde Tanf bölgesindeki Al Tanf kampı ile kuzeydeki Haseki’ye bağlı Hol kampıdır.  Birde güneyde sınırın Irak tarafında kalan bölgede El Velid kampı bulunmaktadır. Bu kampa Suriye sınırından giriş yapılamıyor. Bundan dolayı kampa UNHCR dışında hiçbir kuruluşun yardımı da ulaşamıyor.

– Sınır kamplarında ne kadar mülteci yaşıyor?
– Al Tanf kampında 145 aile, 560 kişi yaşamaktadır. Hasekideki Hol kampında ise 74 aile, 380 kişi bulunuyor. Irak tarafında yer alan El Velid kampında da 400 aile,1500 kişinin yaşadığını öğrendik.

Filistin’i Hiç Görmemiş Yeni Neslin Geriye Dönme Sevdaları Diri Tutulmalı

– İlk gözlemlediğiniz problemler hangileriydi?
– 1948 yılında gerçekleştirilen siyonist işgalden dolayı mülteci konumuna düşen Filistinlilerin Suriye’de bulunan kampları uzun bir zaman dilimi geçtiğinden yerleşik bir hal almış. Bu kamplar, ismi kamp olarak geçse de artık her biri birer Filistin mahallesi olarak tanımlanıyor. Bu mahallerde yaşayan mültecilerin tabii ki yaşamsal sorunları var. Ancak durumları yeni oluşturulan ve imkansızlıklarla boğuşan sınır kampları gibi değil.
Şehir içerisinde ki Filistin kamplarının en önemli ihtiyacının, Filistin toprakları dışında doğan yeni neslin, işgal ve onun sonuçlarını daima gündemde tutmasını sağlayacak faaliyetler olduğunu düşünüyorum. Bu hedefe yönelik çalışmalarla, Filistin dışında doğan Filistinlilerin bulundukları bölgeye tam bir entegre sağlayarak öz kimliklerini unutmaları engellenebilir. Filistinli yerel grupların Suriye de bulunan cemiyetleri, tüm imkansızlıklara rağmen gençler ve çocuklara yönelik kültürel çalışmalar yapmaya gayret ediyorlar. Ama hareket alanları fazla geniş değil.
Şehirlerde ki bu mülteci kamplarında problemler eksik olmasa da, düzene girme noktasında en azından fırsatları bulunuyor. Ama ABD işgali sonrası Irak’tan çıkarılarak sınırda adeta hapsedilen Filistinlilerin, her açıdan yürekler acısı bir durumda olduklarını tekrar söylemek istiyorum.

Açık Hava Hapishanesinde Yaşıyorlar

– Sınırlarda bulunan bu kamplardaki yaşam koşullarından biraz bahsedebilir misiniz?
– Sınır kamplarında ki Filistinliler çölün ortasında adeta bir açık hava hapishanesinde yaşıyorlar. Bakın Al Tanf kampı, Suriye ile Irak arasında ki serbest bölgede bulunuyor. Bundan dolayı birkaç resmi kuruluş dışında kampa giriş çıkış mümkün olmuyor. Çünkü kampa gidebilmek için Suriye sınırından çıkış yapmanız gerekmekte. Bu durum, kampta yaşayan insanlara kendilerine uzatılacak malzemeleri beklemekten başka bir olanak tanımıyor. Gardiyanın uzatacağı bir lokma ekmeği gözleyen mahkum gibi bekliyorlar.
Kamp en yakın şehir merkezine 2-3 saat uzaklıkta. Uçsuz bucaksız çölde, çevresi tel örgülü duvarlarla çevrili bir alanda bez çadırlarda yaşayan insanlar, yazın çöl sıcağının hararetine, kışınsa sert çöl soğuğunun dondurucu etkisine dayanmaya çalışıyor.
Çöl sıcağının hararetinden kavrulan bir çocuk, kampın yakınından geçen bir tırdan düşen buz parçasını almak için koşarken altında kalarak can vermiş. Soğuğun şiddetini ise çocukların yüzlerinden okuyabiliyorsunuz. Birde patlayan su depolarının musluklarından…
Ayrıca temel beslenme ihtiyaçlarının yeterli olmadığını da kesinlikle söyleyebilirim.

Uluslararası Kuruluşları Bekleseydik Çoktan Ölmüştük

– Kuruluşların yardımları yetersiz mi kalıyor?

– Orada görüştüğüm kampın sorumlusu Muhammed Bahuri’nin“Eğer uluslararası kuruluşları bekleseydik çoktan ölmüştük. Burada onların faaliyetleri sayılamayacak kadar azdır. Onların gönderdikleri malzemeler bir insanı ancak iki gün yaşatır.” sözlerini aktardığımda herhalde sorunuzu cevaplamış olurum.
Kampta bir insanın ihtiyaç duyacağı tüm malzemeler yetersiz. UNHCR’nin 15 günde bir dağıttığı konserve gıdalar çok cazip değil. Bu gıdalardan dolayı ciddi sindirim sorunları yaşayan hastalar var. Bu gıdalarda son kullanma tarihi ve kalite noktasında da sorunlar olabiliyor.
Çöl soğuğunda ısınmak için mazot sobası kullanıyorlar. Ama kampa 10-15 günde verilmesi gereken mazotun dağıtımında bile aksaklıklar yaşanıyor. Onların ise beklemekten başka yapacak bir şeyleri yok. Ayrıca geçtiğimiz aylarda bez çadırlarda çıkan yangında, çadırların 35’i kullanılamaz hale gelmiş.
Kampta 34 adet mutfak tüpü olduğunu öğrendik. 4 aileye bir tüp düşüyor. Bu tüpler ayda sadece bir kere değiştiriliyor. Değiştirilen tüpler yarıya kadar dolu olduğundan bir hafta ancak yetiyor. Ayın geri kalan kısmında dışardan yüksek fiyata tüp getirtmek zorunda kalıyorlar. Ceplerindeki para ile acil bir ihtiyacını almak isteyenler şehre inemediklerinden, bu ihtiyaçlarını sınırda, kampın girişinde açılan bakkal işlevi gören bir yerden temin etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, malzemelerin değerinin çok üzerinde satın alınması zaruretini doğurmuş.
Bu fırsatçı kişilerden rahatsız olan Filistinliler, “bizlerin mağduriyetinden faydalanmaya çalışıyorlar. Bazılarımız çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için elbiselerini bile satmak zorunda kalıyor.” şeklinde yakınıyorlar.
Yalnız Hamas’ın ilk günden itibaren gösterdiği destekle, Suriye Kızılay’ı dağıtımlarının memnunlukla karşılandığının altını çizmek istiyorum.

– Peki kampta hastalanan kişilere nasıl müdahale ediliyor?
– Al Tanf kampında doktor ve sağlık ocağı yok. En yakın hastane 2 saat uzaklıkta bulunuyor. Acil hastalar, Suriye gümrük muhafazadan izin alınarak ambulansla o hastaneye götürülüyor.
Tanf kampında doğum yapan bir kadın 4 gün ambulans ve doktor bulamadığından bebeğini kaybetmiş. Kendiside yoğun kanama geçirdiğinden ölüm tehlikesi atlatmış. Aynı kadının ikinci bebeğiyse UNHCR’ye bağlı bir hastanede ölmüş. Acılı annenin, “bebeğimi, ayağından çıkan serumu hemşire fark etmediği için kaybettim.” sözleri, kamptaki sağlık sorunlarını anlatmaya sanırım yeter.
Ayrıca kampta, yaz aylarında zehirli akrep sokmaları vakalarına rastlanmakta. Çöl toprağının üzerine kurulan çadırlarda yere serilen hasırlar, bu sürüngenlerin içeri girmesine engel olamayacağından, anneler geceleri çocuklarının başında nöbet bekliyorlar. Neyse ki ölümle sonuçlanan bir hadise yaşanmamış.
Ancak müdahalede geç kalınmasından dolayı ölümle sonuçlanan vakalar var. Mesela böbrek rahatsızlığı olan bir hastanın vefat ettiğini duyduk.
Bu konuda ilginç bir bilgi olarak şunu da ekleyebilirim: Yakın bir zamana kadar Hol kampının tek tabibinin bir veteriner oluğunu duyduğumuzda da çok şaşırmıştık.

– Bu zor koşullarda yaşayan insanların psikolojileri nasıl?
– Kampta yaşayanlara soracağım soruları özenle seçiyordum. Örneğin onlara misafir sıfatını uygun bulmuştum. Çünkü misafir evine geri dönmek üzere yola çıkar. Yurtlarına dönme umutlarını kıracak ifadelerden sakınmamız gerekiyordu.
Kampta herkesin ruh hali tabii ki bir değil. Dini duyarlılığı güçlü olanlar, imtihan olarak baktıkları bu zorluklara karşı sabrederek göğüs geriyorlardı. Ancak akrabası olmayan, yalnız kalan kişilerin bu direnci zayıf oluyor. Maalesef 1-2 intihar girişiminin olduğundan bize söz ettiler. Tabii bu durum, yaşadıklarının tahammül sınırlarını aştığını gözler önüne seriyor.

Kampın Ancak Canından Endişe Edenlerin Bir Tercihi Olduğu Aşikar

– Bunda, onların Irak’tan çıkmalarına sebep olan hadiselerin etkisi var mı?
– Bağdat’ta yerleşik, düzenli bir hayat süren insanların, neden bu ilkel kamp koşullarına razı olduklarını düşünürsek, yaşadıkları acının boyutları ortaya çıkar. Neden bu kampta misafirliğe zorlanmışlardı, başlarına ne gelmişti de tüm birikimlerini terk edip muhtaç bir konuma düşmüşlerdi. Bu soruların cevaplarının, o insanların psikolojilerinin bozulmasında ciddi bir etki sağladığını söyleyebilirim.

– Başlarına gelenleri size anlattılar mı?  
– Evet anlattılar. Bu konuda hiçbir çekinceleri yoktu. Ortak cümle “her şey ABD’nin işgaliyle başladı…” şeklindeydi. Bu başlangıç her şeyi anlatmaya yetse de yüreklerinde ki yaranın derinliğiyle susmuyorlardı.
Kimlik kartına bakarak insan öldürmeye başlandığını, hükümete yakın milisler tarafından evlerinin basıldığını, ailelerinin tehditlere maruz kaldığını, 600’e yakın Filistinlinin öldürüldüğünden bahsettiler. Esasında, kampın ancak canından endişe edip, eşinin ve evladının güveliğinden emin olamayanların bir tercihi olduğu açıktı.
Bağdat’ta resmi bir kurumda müdürlük yapan, ismi İbrahim Abdulhalim olan bir Filistinli, Irak’ta kurulan hükümetin kendilerini Saddam’ın adamı olarak gördüğünü, bu sebeple tüm haklarının ellerinden alındığını, resmi kurumlardan kovulduklarını anlattı.
Al Tanf kampının idare heyetinde bulunan Said Handan ise, Bağdat’ta dört tane küçük zücaciye dükkanının olduğunu ve taksitli satışlar yaptığını, işgal sonrası hükümete bağlı milislerin baskısı sonucunda Irak’ı terk etmek zorunda kaldığında hem bu dükkanlarını, hem de bir çok taksit alacağını geride bıraktığını söyledi.
Ama kampta kendisinden daha vahim tablolarda var. Örneğin 2 çocuğuyla birlikte kampta yaşayan bir Filistinlinin, halen Irak’ta olan hanımını kampa getirebilmek için uğraştığını öğrendik.
Ancak dinlediklerim içerisinde beni en çok etkileyen, geçen sene Kurban bayramı arifesinde eşini ve 17 yaşında ki büyük oğlunu kaybeden bir Filistinli kadının feryadı oldu. Bağdat’ta tornacı dükkanlarında oturuyorken havan topu saldırısı sonucu öldürülen eşinin ve oğlunun acısını aynı tazelikte yaşayan Filistinli kadın, saldırıdan sonra dükkanlarının yağmalandığını, malzemelerinin gasp edildiğini anlattı. Kimsesi olmayan, 13 ve 15 yaşlarındaki 2 oğluyla beraber kampın zor koşullarına dayamaya çalışan acılı annenin, “Artık yoruldum, bana da bir şey olsaydı oğullarım sahipsiz kalacaktı. Onlar için her şeyimizi bırakarak buraya gelmek zorunda kaldık,” sözlerini unutamıyorum. 

En Acil İstekleri: “Bize İnsan Gözüyle Bakılsın”

– Bu sınır kamplarında yaşayan insanların en acil ihtiyaçları nelerdir? 

– İnanın, içerisinde bulundukları zor koşullardan dolayı sık sık, “biz ne ekmek istiyoruz, ne de su, buradan çıkmak istiyoruz” sözlerini işittik. En acil ihtiyaçları, insanca yaşacakları bir ortama kavuşmak.
Kurban bayramının ikinci günü olmasına rağmen kampa ulaşan ilk ve tek yardım ekibi olmamız karşısında o kadar duygulanmışlardı ki, “Daima yanımızda olun, bize insan gözüyle bakılmasını istiyoruz.” feryatları halen kulaklarımızda ki tazeliğini koruyor. 
Tabii bu istekleri gerçekleşinceye kadar, kamptaki yaşam şartlarının mümkün olduğunca düzeltilmesi gerekir. Kışın sert etkisini atlatabilmeleri için mazot dağıtımının aksamaması, battaniye, kazak, hırka gibi koruyucu malzemelerin dağıtılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Çocukların süt ihtiyacının düzenli karşılanması, besleyici mamalar ile desteklenmeleri acil ihtiyaçların ilk başında geliyor. Bir de her aileye en azından 2-3 aylık kuru, bozulmayan kumanya dağıtımı da yapılabilirse kışı daha az sıkıntılı geçirebilirler. 
I.H.H. insani yardım kuruluşu bölgeye 2008 Ocak ayı sonunda 22 tonluk malzeme gönderecek. Bu yardım, daha sonra yapılacak olanların başlangıcı niteliğinde olacak. Bu acil yardım tırının hazırlanması için destek olunmasının, ben ne yapabilirim sorusunun ilk cevaplarından olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Yaşanan Trajediyi, Bir Tiyatro Oyunu Gibi İzlemekten Öte Sorumluluklarımız Var.

– Son olarak neler söylemek istersiniz?
– Bu gün yeryüzünde gerçekleşen işgallerin kirli elleri, sadece bombalarla, silahlarla öldürdükleri insanları hedef almıyorlar. Yetimler, sakat kalanlar ve yurtlarından sürülen milyonlar, bu zalimlerin zulümlerinin mağdurları olarak karşımıza çıkıyor.
Mülteci kamplarında gördüklerimiz, görevimizin mazlumlara ulaştırmak zorunda olduğumuz maddi yardımların ötesinde olduğunu bize hatırlattı. Bu vazife, imanımızın ilk gereği olarak zalimlerden ve zulümlerinden beri olduğumuzun ispat edilmesidir. Tavrımızı ve safımızı net olarak adaletten, haktan yana koyabilmektir. Şahit olduğumuz zulümleri ifşa etmek, emperyalist, siyonist vahşeti kamuoyunun gözleri önüne serebilmektir.
Artık yaşanan trajedileri, bir tiyatro oyunu gibi izlemekten öte sorumluluklarımızın olduğunu anlamalıyız. Müslüman kardeşliğine, ümmet anlayışına işaret eden ayet ve hadislerin, kitapların sayfasından hayatın içerisine akabilmesi gerekmektedir. Yoksa Çeçenistan’da kesilen ayağım, Irak’ta kopan kolum, Afganistan’da yanan bedenim, Filistin’de deşilen bağrımdan sonra Türkiye’de kalan başımın pek bir işlevi kalmayacaktır.


Comments are closed.